top of page

Biz bir gün Altınoluk’a gittik!

Yazılı olmayan kurallardan biri de şudur;

“Lise arkadaşlıkları başkadır”


1997 yılında lise hayatına balıklama bir giriş yapmıştım. İlginç olan şey okulun da yeni açılmış olması ve bizim de bu okulun ilk öğrencileri olmamızdı. Benim numaram 10'du mesela. Bağcılar'da okuyordum. Bağcılar!

Sefaköy’de doğan, Yenibosna’da büyüyen ve Bağcılar’da okuyan biri olmuştum. İstanbul’daki hayatım en seçkin ve zarif semtlerde başlamıştı. Okul, Mordor’un ortasında bir gül gibiydi. Etrafında Ork'u, Saruman'ı eksik olmayan müstesna bir yer.   İyi haber okul yeni açıldığı için sadece dört sınıf vardı. İkinci iyi haber sınıflar yirmi dört kişilikti. Üçüncü iyi haber okul yeni olduğu için her şey yeniydi. Kötü haber ise bizim sınıfta sadece iki tane kız vardı. Yani hayatımın en önemli dönemi olan hazırlık dahil beş seneyi %8’lik bir karşı cins oranıyla geçirmemiz bekleniyordu. Bize yazık değil miydi? Peki ya bu kızlara yazık değil miydi? Sınıfta ben dahil yirmi iki adamın ergenliğe girişine, sesinin kalınlaşmasına, bıyıklarının çıkmasına, saçma sapan bir sürü bel altı şakanın yapılmasına nasıl dayanacaklardı? Yüzümüzde çıkanlar ne kıldır ne tüydür dediğimiz ve o arada kalmışlığı sonuna kadar yaşadığımız yılların tamamına şahitlik etmek zorunda kalacaklardı.

Hepimiz aynı yerdeydik, ya bu deveyi güdecektik ya da bu diyardan gidecektik. Diyar dediğim yer Bağcılar yanlış anlaşılma olmasın. Her yılımız ayrı bir üçüncü sayfa haberiydi. Okul olarak sokak sokak adam kovaladığımız, okuldaki halı sahayı yıkmaya gelen zabıtalarla karakolluk olduğumuz, karşıdaki liseyle fırsat bulduğumuz her an birbirimize girdiğimiz, aşkı derdi entrikası olmayan yıllar birer birer geçiyordu. 

O sene dördüncü sınıfın sonuna doğru geliyorduk. Mayıs ayıydı.  Teneffüs bitmiş, basket topunu sıranın arkasına atmış, sınıfta hocayı bekliyorduk. Hocayı bekleme anları okuldaki en gürültülü anlardır, Çünkü birazdan hoca gelecek ve bu bağırıp çağırma özgürlüğünüzü elinizden alacaktır. Bunu bildiğiniz için her şeyi konuşmak her türlü itlik serseriliği o arada yapmak isterseniz. Hoca gelmedikçe yavaş yavaş sakinlemeye başlamıştık. Normal bilinenin aksine hocanın gelmeyi geciktirmesi bizim birbirimizi daha iyi anlamamıza ve evrimimizi tamamlayarak insan türüne yakınsamamıza sebep olmuştu. Bağırıp çağırmalarımız bitti, sıraların gerçekten oturmamız gereken yerlerine oturmaya başladık. Bildiğin sohbet ediyorduk. Sohbet derken Freud'dan bahsetmiyoruz tabi ki, futbolla başlıyoruz ve sonra bir şekilde gaming sektörünün içinden geçerek konuyu kızlara getiriyoruz. Zaten o dönem konu da çok uzağa gidecek durumda değil.

Dördüncü sınıftayız ve artık iyiden iyiye herkes serpilip gerçek erkek formuna dönmeye başlamış. Mevcut imkanlarımızın azlığı ve çevrede de Ork’lardan sevgili yapma ihtimalimizin olması üzerine ya biz niye tatile gitmiyoruz diye bir fikir attık ortaya. Yani birisi attı o fikri. Hayal kurma kabiliyetinin en yüksek olduğu dönemde on sekiz erkeğin olduğu yerde bu bir fikir değil cinayettir. Önüne tavuk atılmış timsah gibi taklalar atmaya başladı bazılarımız. Nasıl bir birikmedir, nasıl bir beklentidir bilemedim ama ortalık savaş alanına döndü. Bendeağğğğğ diye bağıranlar, şuraya gideriz buraya zıplarızlar. Liseli erkeğe tatil deyince aklına gelen ilk şey deniz değilki. Ben tabi herkes konuşur ama gelmez diye düşündüğüm için çok da ciddiye almadım. Her zamanki rasyonel düşünce modelimle nasıl olsa 2-3 kişi gideriz diye düşündüm. Sonuçta böyle fikirler güzeldi ama konu ciddi olunca herkes bazı şeylerden vazgeçmek zorunda olurdu. 

Fakat hafife almışım. Aklımızla hareket etmediğimiz yıllardı. Temmuz ayında gecenin yarısı Esenler Otogarında buluştuk. Yedi kişiydik, yedi balta girmemiş orman çocuğu.  Yedi erkeğin birlikte tatile çıkması salt akıl ile yapılacak bir yanlış değildir arkadaşlar. Üzerinde bir emek vardır, bir çok hormonun etkisi vardır.  Bizde de onlar vardı. Düşünmekten vazgeçip biletlerimizi aldık. 

Altınoluk!

Kimse neden Altınoluk demedi. Zaten az düşünüp çok hareket ettiğimiz dönemler o zamanlar. 

Şu an hangi kafayla o bileti aldık, neden o tarihi seçtik hiç birini hatırlamıyorum.  Sanırım Deniz’in ailesi o dönem Altınoluk’a çok yakın bir yer olan Küçükkuyu’daydı ve fikri o vermişti. 

Altı yedi saatlik bir yolculuktan sonra Altınoluk otogarında indik. Otogar dediğim iki üç otobüsün girebildiği küçücük bir yer.  Merkeze de oldukça yakın. 

Altınoluk o zamanlar şu anki doluluğunun yüzde yirmisinde. İnsanlar buranın oksijen oranı %80'miş diye geliyorlar ve genelde de aileler tercih ediyorlar. Bizim Altınoluk’taki potansiyelin ailelerden oluştuğunu gittikten sonra anlamamız çok hoş olmadı tabi. Nerede kalacağımızı bulabilmek için valizleri alıp dolaşmaya başladık. Bulduğumuz yerler ya yedi tane erkeği kabul etmiyorlardı ya da o zaman liseyi Bağcılar’da okuyan çocuklar için pahalıydı. Solumuza denizi alarak asfaltın kenarından yürüye yürüye Küçükkuyu’ya kadar geldik.  Sağ tarafta aynı zamanda restoran, havuz, otel, hamam ve pansiyon olan bir tabelayı görünce karşıya geçip buraya sığınmak istiyoruz diye yalvardık sahibine bu çok amaçlı lokasyonun. Adam sağolsun halden anladı da bizi iki ayrı odaya yerleştirdi. 

İsimler dedi, saydık;

İlker, Deniz, Savaş, Tuncer,  İlhan, Burak ve diğer İlker. Allah’ım yedi kişi olduğumuzu her yerde tekrar tekrar hatırlıyordum. Yok kesin akıl işi değildi ama buna rağmen her dakikamız inanılmaz keyifliydi.

Gündüzleri Altınoluk’un içi tamamen taşlık ama tertemiz olan denizine giriyorduk. Zaten alternatiflerimiz de çok fazla değildi. Su içerisinde birbirimize saçma sapan bir sürü şiddet eğilimli şakalar yaparak günlük zarar verme limitimizi doldurma peşindeydik. Bacaklarımızı açarak birbirimizi arasından geçmeye davet ediyor tam geçerken sıkıştırıp son nefesine kadar orada tutarak genç bir Bağcılar bebesini sınırlarda yaşamanın tadını hissettiriyorduk. Bunun gibi bir sürü şaka yapıp ağzımızı dudağımızı patlattıktan sonra hayvan gibi şey yapıyorsunuz ya diyerek taşların üzerindeki yedi havludan birine kendimizi atıyorduk.

Akşamları da adresimiz Altınoluk merkezdi. Zaten bu bölgede gidebileceğiniz en hayat dolu yer de orasıydı. Eli dondurmalı ailelerin arasında ikili üçlü gruplar halinde onları ürkütmeden hassasiyetle dolaşmak meziyetini hepimiz kazanabilmiştik.

Altınoluluk merkezde jandarma karakolundan aşağıya doğru inen yüz metrelik bir yol vardır. Bu yol sağlı sollu satıcılarla dolu olduğundan ve bir çok karşı cinsi de görebildiğimiz için ipek yoluydu bizim için. Yürümeye başladığınız anda ilk sağda aile çay bahçesi içinde koruk suyu içerdik iki liraya, sonra da geçici dövmeler, bardağa yazı yazan abi, deniz topu ve yatağı satan satıcılar ile incik boncukçuların arasından buranın yerlilerinin oturduğu sitelere kadar yürürdük. Oraya gelince Altınoluk biterdi bizim için. 

Yine bir akşam yürürken tatillerin olmazsa olmazı tekne turu satıcılarından birine denk geldik. Gündüz taşlık deniz yanında fazla alternatifimiz olmadığı için bu fikir oldukça çekici geldi ve yazdırdık kendimizi. Adam isimleri alabilir miyiz dediği anda yine kendimi halı sahada turnuvaya yazılıyoruz gibi  hissetmeye başlamıştım, utana sıkıla saymaya başladım. Hep Deniz’i kız zannederler belki die düşünüyordum 7-0 yerine 6-1 daha iyi bir orandı. Ama sanırım çok da sanan olmadı.

Ertesi sabah 09:00’da teknenin önünde hazırdık. Çıkıp üst katta yerlerimizi tuttuk. Yer tutmak Türk’ün kaderidir. Beş yıldızlı otele gidersin yine de sabahın körü kalkar havluyu alır plajdaki şezlonga serersin. Şezlong namustur. Biz de gerekeni yapmıştık, gururluyduk.



Teknenin alt katı tamamen yemek masalarından oluşuyordu, üst katta da minderler seriliydi artık kim ne yakalarsa. Teknede birbirimizi çok tanımıyormuşuz gibi davransak da öğle yemeğinde aynı masada bulup hunharca kahkahalar atınca insanlar bu yedi baltanın birlikte tatile geldiğini çoktan anlamışlardı. Yemek bittikten sonra ilk durağa giderken biraz mesafe olduğundan kaptan ve ekibi burada özel müzikli bir oyun yapmışlardı tabi ki bizde hemen atladık. Müzik çalıyor ve biz de eğilerek bir çıtanın altından eğilerek geçiyorduk, çıtaya değen kaybediyordu. (Bu oyunun kesin bir ismi vardır ama anlatması daha kolay) Müzik tabi ki Mezdekeydi. 


Hep beraber sıraya girdik, her sırada bizden biri kaybediyordu. Bir taraftan arkadan mezdeke çalmaya devam ediyor, bir taraftan da koca koca adamlar ve kadınlar çıtanın altında eğildikçe eğiliyorduk. Ben son tura kadar gelmiştim. Annemin günlerinde yoğun şekilde maruz kaldığımız mezdeke ve harem ekibine uyumlu hale getirmiştim vücudumu. Arkamda da tam olarak bugünler için doğmuş evin bir buçuk metrelik balık etli kızı geliyordu. Ya ben kazanacaktım ya da o. Yarış başladı. 


Hikayenin buraya kadar olan kısmı yedi tane lise arkadaşının nasıl eğlenerek güzel bir tatil yaptığını anlatıyor. Ama hikayenin sonraki kısmı, yani benim mezdeke eşliğinde o çıtadan son olarak geçmeye çalıştıktan sonraki halim benim birine nasıl aşık olduğumun hikayesidir. 


Hikayenin sonraki kısmı;

Çıtadan tam geçiyordum, yani o zamanın lise edebiyatı ile geçe yazdım, hatta o zamanın meşhur present perfect tense’i gibi geçme eylemim geçmişte başlamış ve ben bu cümleyi kurarken hala -devam ediyordu ki ben tam çıtanın altındayken karşımda benim geçişimi alkışlayan o kızı gördüm. Masmavi, evet tam olarak bu mavilikte hatta turkuaz mavisi dedikleri şey, yanık bir ten, kafasında çok güzel pembe turuncu arası bir şapka, kumral ve güneşten hafif sararmış saçlar, anlatırken sol kolumdan boynumun üstüne kadar elektriklenmeme sebep olan harika bir gülümseme. 

Tam karşımdaydı. 

Ben ne yapıyordum? Mezdeke çalarken, kıvırarak bir çubuğun altından geçmeye çalışıyordum. Herkesin hayatındaki ideal tanışma da bu değil mi zaten?

Geçemedim. Düştüm yere, kafamı vurdum bir de. Arkamdaki kız da zafer çığlıklarıyla yarışı bitirip ödülü olan ekstra meyve tabağını almıştı. 

Ben yerdeydim, savaş geldi beni kaldırdı “oğlum kalksana ne oldu” diye. O andan itibaren hiç bir şey eskisi gibi değildi. Dedim ki benim bu kızla tanışmam lazım. 

O andan itibaren Sherlock Holmes gibi iz sürüyordum. Kız ailesiyle gelmişti, ben artık o denize girerse giriyor girmezse yukarıda bekliyor konuşmakla ilgili en uygun anı kolluyordum. 


Tekne turlarında hep bir tane tip olur, bu kişiler genelde kaptanın yancısıdır ve ağırlıklı 20-25 yaş aralığındadır. Devamlı teknede oldukları için tenleri çok yanıktır ve çok büyük bir terslik olmazsa genelde normal bir Türk erkeğinden daha yakışıklı olurlar.  Tekne yanaşırken ipi bunlar gidip bağlar, demir atınca sıkışırsa bunlar kurtarır. Burada da öyle bir karakter vardı.  İPÇİ. 

Tam en uygun anı buldum derken bir anda bu İPÇİ kızın yanına yaklaştı ve gülüşerek bir şeyler konuşmaya başladılar. 

Ben herhalde adres soruyor diye düşündüm. Kendimi farklı şeylere inandırmam gerekiyordu.

Benim bir kere bile göz göze gelmeme fırsat vermeden İPÇİ bütün boşlukları dolduruyordu. Hayatımda daha önce düşmanım olmamıştı ama İPÇİ artık listenin en başındaydı. 

Tekne turu bitene kadar türlü maymunlukların içinde yakaladım kendimi, teknenin en yüksek yerinden atladım, en derin yerde dipten kum çıkardım ama olmadı. Saatler geçti ve tekne kıyıya yanaştı. 

Tekneden inerken yakalarım mutlaka diye düşündüm ama İPÇİ yine iş başındaydı. Hatta bu sefer karşılıklı bir telefon alışverişi de oldu. Belki de ben öyle düşündüm. Ama defter kapanmıştı. Yedi erkek elimizde havlular ve çantalarımız tekrar Küçükkuyu’ya doğru yola çıktık.

Üstümüzü değiştirden sonra sahildeki terkedilmiş şezlonglara bıraktık kendimizi.

Lise arkadaşlarının en güzel yanı sizi hep teselli etmeleridir. Yani en büyük aşk acılarını genelde lisede yaşadığınız için bu çevrede bu konuda gayet tecrübeli bir kadro bulunmaktadır. Ama bu tecrübeli kadronun çok da olgun kararlar aldığını söylersek doğru söylemiş olmayız. Ki bu dönemde de öyle oldu. Ben bu kızı bulacağım gelen var mı dedim. Altısı birden hadi dedi. Ya bir tanesi de çıkıp oğlum saçmalama nerde bulacağız demedi. 

Giyinip Altınoluk merkeze geldik, o gün yüz metrelik ipek yolunu belki elli defa turladım. Yani Altınoluk’ta başka nereye gidecekti ki zaten. Aşağı, yukarı, aşağı yukarı. Ayıp olmasın diye esnaflardan alakasız şeyler aldım. Bardağa adımı yazdırdım. Çocuklara da benimle birlikte dolaştılar diye koruk suyu ısmarladım.Boynuma geçici dövme yaptırdım. Ama bulamadım. 

Umut dedikleri şey bende çabuk tükenmez. Bunu tam dört dün daha yaptım. Aynı yolu defalarca yürüdüm, beşinci kez bileklik aldım, deniz şortlarına baktım, bardağa yazı yazan abinin önünde durup onu izledim, defalarca aynı yerlerden geçtim. En sonunda pes ettim. Çocukları aradım her zamanki yerde buluşuyoruz dedim.

Aile çay bahçesine girdik. Hocam bize yedi tane koruk suyu dedim.


O zamanlar internet yaygın değil. Sosyal medya yok. MSN var ICQ var.  Ekşi bu kadar yaygın olsa “bir kez görülen kızı bir sene aramak” diye başlık açardık ama o da yok. Birini bulmak gerçekten fiziki olarak onu bulmak demek. Daha Altın Rehber’in aktif olarak kullanıldığı yıllardayız. Cep telefonu yeni yeni hayatımıza giriyor. Yani bir insanı bulmak için en mantıklı yol polise ya da jandarmaya gitmek, gerisi büyük emek istiyor. Bunları düşüne düşüne kafamı gelen koruk suyuna doğru döndüm. Sonra deniz beni çekerek uyardı, oğlum kız bu değil mi? Kafamı çevirdim. 

Allah’ım dedim bu! Çığlıklar zafer çığlıkları, elimde koruk suyu, Aile çay bahçesindeyim. Yine ideal karşılaşma olmasa da bir önceki Mezdeke’li versiyona göre daha iyi yerdeyim. Bu sefer etrafı baya kalabalıktı, gözlerim İPÇİ’yi aradı. Çok şükür temiz. Temiz dediğim şu, bir aile içerisinde olması gereken amcaya, halaya, teyzeye, anneye, babaya, dayıya, kardeşe, ablaya benzeyen herkes aynı masadaydı. Yani sülalesi var ama temiz.

Sonra bekledim. Hep beraber bekledik. Planı kurmuştum, bütün aile kalkarlarsa anketör taklidi yapacak önce ailenin bir erkeğine sonra da ona yönelecektim. En azından ismini öğrenebilirsem dünya üzerinden araştıracağım insan sayısını azaltabilirdim. Derken masadan kalktı, dışarıya doğru yöneldi. Allah’ım tek gidiyor.  Çocuklar ben gidiyorum dedim. Kalktım ayağa, o önde ben arkada, benim kalbim yüz kırk atıyor onun elinde algida dondurma Altınoluk meydana doğru gidiyoruz. Tam meydana geldiğimiz sırada müzikli bir stantın başında durdu, ben de durdum, bekledim. 

Artık konuşmam lazımdı. Zaten bu İPÇİ ibnesi bir yerden çıkar mı diye de kıllanıyordum. Yaktım gemileri. 

-Merhaba dedim.

Bana bi baktı, Allah allah sen de kimsin diyordu gözleriyle ama bir o kadar da nazikti.

-Merhaba dedi.

-Ben Mezdekeyle çıtanın altından geçen çocuk dedim. Bu tanım benim hayatımda kendimi tanıtmak için yaptığım en kötü ikinci tanımdı. Allah’tan güldü, çok da güzel güldü. İlk tanışmalar çok güzel anlardır. Genelde de bir taraf için çok güzel olur. Sanırım burada bu taraf bendim. 

-Evet dedi hatırladım. Kaybettin ya.

-Sorma dedim, ben normalde yenerdim de işte o an karıştı biraz işler, dikkat dağınıklığı falan.

Güldü.

-İlker ben dedim. 

-Ben de Fulya. Bu sırada eline damlayan Cornetto'yu sildi. 

-Çok memnun oldum dedim. Adını bilmek güzel. Yani bi adın olması güzel. Bulunmak için.

-Nasıl yani dedi.

-Yoo dedim. Neye dediğimi bilmeden. 

Normalde Türkiye’de bir kızla gidip tanışmak çok riskli bir iştir. Çünkü ülkemizde türlü türlü insan vardır ve ne siz karşısındakinin ne olduğunu anlayabilirsiniz ne de o sizin. Biriyle tanışmaya çalışırken kafanıza dondurma külahını yiyebilir ya da çok çeşitli versiyonları bulunan bir yöntemle başından savılabilirdiniz. Küfür, dayak, bağırıp çağırma versiyonlarına girmiyorum. Ama şaşırtıcı olan şuydu ki karşımda dünyanın en olgun insanı vardı. Bu olayı gayet doğal karşılayarak sanki benimle her yaz görüştüğü bir arkadaşıymışım gibi sohbet ediyordu. 

-Yazlığa mı geldiniz dedi. 

-Yok dedim ben, arkadaşlarla geziyoruz. İleride bir oteldeyiz. 

Oteldeyiz dedim. Halbuki orası bence yakın zamanda basılacak Kurtuluş semtindeki bir masaj salonuydu. Ama kızlarla konuşurken böyle olur genelde. Her şey sınıf atlar. 

-Ne güzel dedi. Bizim yazlığımız var ailecek orda kalıyoruz. 

Ne güzel dedi çünkü bizim tatile yedi balta geldiğimizi bilmiyordu. Ona göre arkadaş grupları toplamda 3-4 kişiden oluşan ve genelde kız erkek nüfusunun eşit dağıldığı küçük çaplı organizasyonlardı. Biz baya %80’i erkek olan bir sınıftan çıkıp tatile gelen yedi koca kıllı adamdık. Hemen aklımdaki bel altı şakaları silip devam ettim konuya. `

-Ben seninle konuşmak için baya dolaştım buralarda dedim. 

Şaşırdı tabi. Dört gündür burada seni arıyordum diyemedim. 

-Ben dedim seninle görüşmek isterim yani eğer senin için de uygunsa. Teknede seni gördüm ve baya başka bir dünyaya geçtim. 

Bence buradaki konuşma böyle olmadı, ben bir şeyler saçmaladım ve bugün bile hatırlamıyorum belki o da anlamadı. 

-Teşekkür ederim dedi.

-Bir şey değil dedim. 

Dünyanın en saçma çıkma teklifi bu şekilde bitiyordu sanırım.


Benim öyle öyle aptal aptal baktığımı görünce gülümsedi.

-İlker dedi, seni hiç tanımıyorum, buraya geldin ve benimle tanıştın teşekkür ederim ama yani tatilde tanıştık o kadar. 

Allah’ım sakin sakin, güzel güzel nasıl laf sokuyordu bana.

-Evet dedim haklısın, aslında bende konuştum öyle hoppala zıppala bir tipsin, bir kızın karşısına çıkıyorsun diye ama dinletemedim. Yani sen öyle gülünce çok da düşünemiyor insan. 

-Napalım dedi. 

-Dedim yani ben yarın gidiyorum, istersen sana telefonumu vereyim, eğer sen kendini ikna edersen beni ararsın belki.

Yüzüme baktı, tamam dedi gülümseyerek. 

Yapılan hatayı hep beraber farkettik değil mi? Ben bir kıza telefonumu verdim. Telefonunu almam gerekirken telefonumu verdim. Bunun hata olduğunu orda anlamadım tabi. 

Elini sıktım. Ayrıldık.

İçim içimin dışındaydı. Hatta içim gökyüzüne değiyordu şu an. Güle oynaya koştum çocukların yanına geldim, koruk suyunu diktim kafaya dedim ki konuştum. 

Vay çaklar çuklar alkışlar sarılmalar falan bitti. Telefonunu aldın mı dedi Deniz. Yok dedim verdim.

-Ne yaptın ne yaptın dedi?

Altı adamın aynı anda aynı surat ifadesi ile dönüp aynı soruyu sormasına mı bozulayım, Bağcılar’da lise okuyan bu kadar adamın herhangi bir konuda ışık hızında aynı fikirde olmasına mı bilemedim. Işık görmüş tavşan gibi suratıma bakıyorlardı. 

Ben bu bakışın etkisini bir hafta sonra anladım. İstanbul’a döndük. Telefon gece gündüz elimde. Allah’ım olurda bir aramayı kaçırırım diye gözümü ayırmıyorum. Şarjı devamlı full. O zamanlar powerbank falan yok bittikçe şarja koyuyorsun. 

Bir hafta geçti, kimse aramadı, bir ay geçti, sonra üç ay geçti, sonra altı ay geçti. Kimse aramadı. 

Bir kaç defa arayan yanlış numaraları ve duygusal sınıf arkadaşlarımın beni tufaya düşürmek için yaptıkları eşşek şakası aramalarını saymazsak baya baya aranmamıştım. 

Belki Nazım Hikmet’le ilk tanıştığım zamandı o zaman.  “Bizim kalbimiz hep kırıktır çocuk. Ama biz yine de eksik etmeyiz sol cebimizden umudu” demişti. İnandım bende. Hiç eksik etmedim, bekledim hep. 

O yıl böyle geçti Altınoluk’ta. Güzel hatıraların kör bir umuda bağlandığı bir yıldı o sene.

Ama güneş hep doğardı yeniden. Sonraki yıl bu umudu yeşerttiğimiz bir yıl olacaktı.

Ertesi sene biz yine Altınoluk’a gittik. 


Devam edecek...













 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Hoş geldin

Senin karşında soyunuyorum rollerimden Neysem o muyum Bu gerçek ben miyim Ben kimim Bilmiyorum Sahi, benim adım neydi? Elim ayağım...

Çok Zor Anlamak

Çok zor anlamak İçimdeki kıpırtının rengini Sen nesin bilmiyorum Ama ne desen duyuyorum Pürüzsüz bir sabah Güneşini önümüze seriyor Büyük...

Ben Öldüm

Ben öldüm. Annemle babam Renkli kurdeleler asmıştı odamın kapısına Ve gökyüzünde ebem kuşakları Allu pullu balonlar Herkes mutluydu,...

Comentarios


  • Facebook Social Icon
  • Twitter Social Icon
  • YouTube Social  Icon
  • Instagram Social Icon
bottom of page