top of page

Dükkan

On üç yaşındaydım.

Sefaköy’ün adından bağımsız orta direk altı vatandaşlarıyla birlikte doksanların tadını çıkardığım dönemlerdi. Aslında sadece ben değil tüm ülke çok severek fakat çok da iyi hatıralar biriktirmeden çıktığı seksenlerden doksana geçince vitesi boşa almış ve derin nefes eşliğinde rahatlamaya başlamıştı. Türk popunun da Türk insanının da kısmen rahatladığı ve ileride keşke dönsek dediğimiz yıllardı.  Küçükken bir çok çocuk arkadaşlarıyla sabahtan akşama top oynamak ister. Ben bunlardan farklı olarak dedemin küçük esnaf dükkanında tezgah arkasında yer almayı daha kıymetli buluyordum. On üç yaşındaydım ama tam da çocuk değildim.

Sefaköy’ün meşhur caddesinin üzerinde biz de üç alakasız dükkan birbiriyle yanyana medet umuyorduk dükkana girme potansiyeli olan müşterilerden. Yanımızda nalbur Hüseyin abi diğer yanımızda da sürekli kasiyer değiştiren La Bella giyim mağazası vardı.  Modaydı tabi o zamanlar yabancı isimler koymak. Her ne kadar nalbur hüseyin abi bu konuya çok vakit harcamasa da yurtdışına, yabancıya, dolar ve mark’a hayranlığımızın yüksek olduğu yıllardı. Ben La Bella’nın “güzel” demek olduğunu yıllar sonra duyacak olsam da yanımızdaki dükkanın bize gelen müşteri kitlesiyle alakası olmadığını o yaşlarda anlamıştım diyebilirim.

Dükkandaki son kalfa da dedemin istediği gibi çıkmayınca kovulmuş, dedem de dükkana kendisi bakmaya başlamıştı. Fakat dedemin sabır taşı ne yazık ki limitliydi, bu limitte dükkanı açıp kapı  önünü suladıktan sonra bitiyordu. Bir kaç defa müşteri kovduktan ve “o marka olunca ötecek mi” diye bağırdıktan sonra dayım gelip bana hiç beklemediğim transfer teklifini yaptı. Arda Güler gibi erken yaşta Real Madrid’e çağırılmıştım. Yaz mevsimiydi ve bonservisim elimde olduğu için her şey bir anda olup bitmişti.

“İlker dedenin dükkanında önümüzdeki 3 ay sen dur istiyorum.“

“Arada duruyorum ya dayı”

“Yok komple dükkanı sen aç, sen işlet, ben de sana destek olurum zaten”


Dayımın dükkanı da hemen yolun karşısındaydı. Ben ıslık çalamıyordum ama ıslık çalsam eminim ilk o çıkardı kapıya.

Bu teklif karşısında inanılmaz heyecanlandım. Bu büyüdüğümün habercisiydi, bu beni bir yere koyduklarının habercisiydi, bu ben olduğumun habercisiydi. Bir çocuğun küçükken en çok istediği şey büyümektir. Büyümüştüm ben de. Yıllar sonra neden bu kadar erken büyüdüm diye kendime soracaktım ama şimdi bunun zamanı değildi. Bu sorumluluğu almanın onurunu yaşamaya başlamışken dayımın sonraki cümlesi işleri daha da farklı bir boyuta taşıdı.


-On  milyon haftalık veririz sana.


On milyon mu?


Haftalık!


Fenerbahçe’nin tozluk, tekmelik ve krampon dahil formasının 9 milyona satıldığı bir dönemdi ve bu teklif karşısında yapabileceğim hiç bir şey yoktu. Aylardır hayalini kurduğum formayı, mahalle maçında ilk altıya girmeyi, para kazanmayı ve sorumluluk almayı aynı cümle içinde teklif etmişti dayım bana. Bu piyango değil de neydi?

“Olur dayı dedim”

Ben başıma çok iyi şeyler de gelse, çok kötü şeyler de gelse hep bir duygusuz cevap verme eğiliminde olurum neden bilmiyorum. İnsanlara duygularını filtresiz açmanın ya da bir şeye fazla sevindiğini gören insanların acaba bu çocuğa fazla mı bu yaptıklarımız dediği bir çevrede büyüdüm sanıyorum. Çocuktuk ama çok gülemezdik, mahallenin abileri ciddiyetsizliği sevmezdi ve bundan sonra onların yerini almak istiyorsak bu geleneği tüm ciddiyetiyle devam ettirmek çok önemli bir sorumluluktu. Eyvallah kelimesinin icadının da bu döneme rastladığını düşünüyorum. Bu kelime minnettar olmayı anlatırken aynı zamanda da bir ciddiyete sahip. Eş zamanlı olarak kelimenin arapça kökenli olması da o dönem bildiğimiz tek arapça kelimelerin sureler olması sebebiyle ciddiyetin yoğunluğunu artırıyor sanırım.


Bir taraftan bunları düşünürken bir taraftan da artık yeni pozisyonumun hakkını nasıl veririm diye düşünmeye başlamıştım.


Kalfa!


Dükkanda çalışmak başka bir şeydir. Çoğu insan uzaktan tarif etmeye çalışır, bazılarına da macera gibi gelir ama dükkan sizi orada zaman geçirdikçe alışkanlıklarına bağlı bir köle haline getiren, rutinlerine uymakla yükümlü olduğunuz, esnaf şakaları alfabesini maruz kalarak öğrendiğiniz, arabesk dünyasına ileride hiç bir işinize yaramayan çeşitlilikte hakim olduğunuz, çoğu zaman dertli ama kısıtlı zamanlarında keyifli bir iş aktivitesidir. Sabah sekiz dükkan açılması için ideal saattir ama siz yedi buçuk ya da daha önce bir saatte gelirseniz dayınız işi doğru kişiye emanet ettiğine inanır, aileniz sizinle gurur duyurken mükemmellik zehrini yavaş yavaş vücudunuza enjekte eder ve bir bakarsınız ki bu dünyanın bağımlısı olmuşsunuz.


Ben de dükkanı tabi ki  sorumluluk bilinci yüksek bir birey olarak sekizden önce açıyordum. Bilen bilir bu işin rutini önemlidir.

Dükkana yaklaşıldığında dışarıda olan esnaflar selamünaleyküm, hayırlı işler denilerek selamlanır, cebindeki anahtar özenle çıkartılır ve besmelenin başlangıcı ile anahtarın kilide girmesi besmele bittiğinde de kilidin tık sesinin gelip açılması sağlanır. Simidin son lokmasıyla ayranın son yudumu gibi. Bu hayatta hiçbir şey tesadüf değil. İkinci asma kilit de aynı rutinde açıldıktan sonra dükkanın kepengi çatal açılmasın diye dikkat edilerek yukarı doğru itilir. Dükkan açmakta tecrübeli olanlar o kepengin hangi hızla yukarı doğru gideceğini ve tam olarak nerede duracağını mutlaka ezbere bilirler. Sonrasında dükkan kapısı yine besmele  eşliğinde açılarak, sağ ayakla dükkana girilip sanki içeride biri varmış gibi selamünaleyküm denilerek ve sağ ayakla içeri girilerek ilk parti tamamlanır.


Ben de uzun zamandır yaptığım gözlemleri pratiğe döküyor olmanın hakkını sonuna kadar veriyordum. Sanki on yıldır dükkan açıyorum gibi büyük bir nezaket ama kararlılıkla savuruyordum kepengi olması gereken yere. Kapıdan içeri girip “evet gençler başlıyoruz” der gibi bakıyordum konuyla alakasız olan raflara.


İçeri girdikten sonra ilk ritüelimiz olan malları dışarı çıkarma seansına başladım. Aslında bu hareket sokaktan geçenlere açığız imajı verdiği kadar  o dönemin de en büyük gerilla pazarlama eylemiydi. Umudumuz kapı önüne dizdiğim teneke yağlar ya da kartal ön çamurluğu gören insanların akın akın dükkana koşacağı yönündeydi. Bunlar aslında hep emperyalist orta doğu kültürü!

Mallar çıktı, dükkan önce sulandı sonra da süpürüldü.

Küçük ama kritik bu hamleden sonra viledaya suyu doldurup güzel kokulu deterjanı da boşaltıp yerleri silmeye başladım. Haftanın bazı günlerinde dedeme aniden dükkanı sirkeyle yıkama isteği gelir. Sirkenin en önemli özelliği kem gözleri şişlemesi ve yapılan büyüleri, kenafir gözleri, kötü sözleri hayatımızdan çıkardığına inanılması sanırım. Dükkanda işlerin istediğimiz gibi gitmediği anlarda konuyu hemen dış mihraklara, büyü yapan kötü niyetli düşmanlara yığardık. Aslında siyasete de girebilirmişiz ama kısmet değilmiş.

Dükkanı silme seansı da tamamlanınca masanın tozunu alıp çayı koydum. Çayı koymak demek artık huzura yaklaştığını ve tezgaha koyduğun poğaçaların büyük bir keyifle yenme zamanının geldiğinin habercisidir.

İşte tam güzel rutinim tamamlandı diye seviniyordum ki içeri iki müşteri girdi. Her ne kadar dükkana müşteri gelmesi çok kıymetli bir şey olsa da ben tam yemek yenileceği zaman gelen müşterilere karşı hep ön yargılı olmuşumdur. İçimden sessiz bir oflamayla kalkıp “buyur abiyi” yapıştırdım hemen.

İki kişiydiler ve yaşları sanırım yirmi beş otuz arasıydı. Yok mu kimse gibi baktılar içeriye.

Bu şu demek, sen çocuksun, bir yetişkine ihtiyacımız var. Bu benim yaşımdaki çocukların en büyük travmalarından biridir. Bariz mobbingidr.

Hiç istifimi bozmadım, ısrarla yüzlerine bakmaya devam edince teslim oldular ve “bize oto kılıfı lazım” dediler.

Tabi dedim ve hemen çeşitleri göstermek için kapının dışındaki askıya doğru yöneldim.  Bütün hünerlerimi sergiliyordum, bir balerin gibi çubuğu kılıfın poşetine takıyor, tak diye aşağı indirip bir şairin şiirini sergilediği gibi önlerine seriveriyordum.  O zamanın modası olan deri kılıflar ki deriyle alakası yok tamamen vinleks kumaştı ve vinleks suni deriydi. Her şeyin sunisi kötüdür. Fakat bu genç abilerin hemen ilgisini çekmeyi başarmıştım. Kırmızı beyaz olanı beğendiler, yanına torpido parlatıcısı, sünger gibi bir kaç aksesuar daha aldıktan sonra kasada hesaplaşma dönemine geldik. Ben zaten aklımda rakamı toplamıştım ama nezaketen ve belki de biraz profesyonel gözüksün diye alınan malların isimlerini söyleyerek hesap makinesinin tuşlara basıp skoru söyledim.

-14 milyon abi

-Tamamdır, dolar var yanımızda alman mümkün mü?

Benim için kalfa olarak yapacağım ilk satışın dolarla olması oldukça heyecanlıydı. Normalde bozdur gel abi döviz bürosu şurada derdim ama saat çok erkendi ve ben ilk satışı kaçırmak istemiyordum.  Bir gün önceki gazetenin küpüründen bulduğum rakamla çarpmayı yaptım ve üzerine bir miktar türk parası ve malları vererek doları aldım. Heyecanlıydım, iyi satış yapmıştım. Gün güzel başlamıştı. Bana da bu yakışırdı. Vay be diyeceklerdi, helal olsun sana, ilk maçta hattrick.

Bu gururla zaman geçerken öğlene doğru dedem geldi.

-İlker kolay gelsin, selamünaleyküm, var mı satış?

Var dede, deyip ama başarı hikayemi anlattım.

Dedem kasaya geldi, doları aldı, bunu bozdur da gel o zaman dedi. Dede dolar bozdurulur mu devamlı yükseliyor diyemedim. Parayı alıp yüz metre yukarıda bulunan döviz bürosuna gittim. Ne güzel çalışıyordum.

Döviz büroları çok resmi makamlar gibi gelir hep bana. Cam levhalar ile kimsenin ulaşamayacağı bir alanları vardır. Her an hırsızlık olabilecek gibi gergindir orası.

Ben de kapıda girdim, camın altındaki boşluktan yüz doları uzattım.  Fakat sonra bir şeylerin ters gittiğini anladığım bir cümle ile irkildim.

-Sen nereden geliyorsun?

-Aşağıdaki yedek parça dükkanından, Oto Uysal, dedem gönderdi.

-Dedene söyle bu para sahte dedi.

Zaman durdu o an. Her şey yavaşladı. Döviz bürosunun camından kendi yansımama bakarken uzun süre hareketsiz kalmıştım.

Yıkılmıştım.

-İyi misin dedi adam.

-Bilmem dedim, parayı alıp kapıya doğru yaklaştım.

Bal gibi biliyordum, iyi değildim.

Yoldan insanlar geçiyor kalabalıkta herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Herkesi durdurup, durun ben dolandırıldım nasıl hayat normal devam eder demek istiyordum. Daha on üç yaşındayım ayıp değil mi lan bunu bana yaşatmanız.

Dedeme nasıl söylerim bunu. Sanki aşık olduğum kız başka biriyle evlenme kararı almıştı, tuttuğum takım son maçta şampiyonluğu kaybetmişti.

Sahte parayı aldığıma mı yanayım, üstüne sadece mal değil bir de kasada kalan son paraları verdiğime mi? Aynı anda bir kaç farklı kez dolandırılmış gibiydim. Emanete ihanet etmiştim. Dünyanın en yavaş adımlarıyla dükkana doğru yürüdüm. Kaldırımlar küçülüyor, yollar daralıyor ve zaman inanılmaz hızlı akıyordu. Her şey olsun bitsin, normale dönsün istiyordum. Bir anda hızlıca yapmaya karar verdim. Kesip atacaktım. Başıma ne gelirse gelsin diyerek dükkanın kapısından içeri girdim.


-Dede, para sahyeymiş.

-Nasıl sahteymiş?


Nasıl sahteymiş nasıl bir soruydu. Bir an gerçekten mantıklı olarak düşündüm. Cevabı bulamadım ana bu anlamsız soru bile anlamlıydı.


-Sahteymiş, sahte para vermişler bana, sabahta döviz bürosu açık değildi ben de müşteri kaçmasın diye..

-Kaç para aldın ne verdin adamlara?


Aklınca zarar raporunu çıkarmaya çalışıyordu. Ne sorsa daha da üzülüyordum içten içe. Bana bu parayı verene kızmak yerine kendime kızıyordum. Sanki onlar yapmamış da ben bu numarayı yememeliymişim gibi.

-Ne yapalım, kısmet böyleymiş. Bundan sonra gidip bozdurup getirsinler sen döviz alma.


Bu değildi, kızmalıydı, yapamadın demeliydi ama bir şey demedi dedem, daha sonra dayım geldi, dinledi, o da bir şey demedi. Keşke deselerdi dedim ben hep. Nasıl aldın oğlum sahte parayı, insan hiç mi kontrol etmez, beni neden aramadın deselerdi, böyle kalfa mı olur deselerdi. Küçük kafa sallamalar oldu ama üzerine tek bir kelime konuşulmadı. Olsun dediler, kısmet böyleymiş.


Öyle geçti o gün. Her şey bir tecrübeymiş aslında. Bunu on üç yaşında öğrenmenin zenginliği çok büyükmüş. Bu ve bir sürü şeyi.

Yıllar yıllar sonra düşününce farkına varıyorum. Bana armağan ettikleri şey hata yapabilmenin özgürlüğüymüş. Çünkü özgürleştikçe kendine yakınsar insan, sınırlar olmadıkça gitmek istediği yollar kısalır, amaçlar yeni amaçlar doğurur ve sapasağlam yere basan ve kararlılıkla yürüyen insanlar haline geliriz.

Paha biçilemez bir hazineymiş bu. Bugün bu hazineyi hala kullanırım ben. Dokunabildiğim kim varsa onlarla paylaşırım.

Çünkü kanat takan insanlar koşanlardan daha hızlı varırlar gitmek istedikleri yerlere.

71 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Konumuz ne?

Neden insan nereye gideceğini bilmeden kayboluyor arayış çukurlarında? Bir “arıyorum” kisvesi altında sonsuz hata yapma lüksüne sahip...

Kırk

Ve sonra dediler ki bir yaş daha.. Pastanın en kıymetli ve benim de kremasını en sevdiğim yerinden kocaman bir dilim daha aldım. Tüm...

Comments


  • Facebook Social Icon
  • Twitter Social Icon
  • YouTube Social  Icon
  • Instagram Social Icon
bottom of page