1980’lerin sonlarında Sefaköy’ün bir mahallesinden bir başka mahallesine taşındık. Sanırım en son kaldığımız apartman her ne kadar caddeye yakın da olsa çok sigara kokuyordu .Belki de ondan taşınmak istemişti annemle babam. Gültepe mahallesi Ümit sokak’ ta Almancıların Alamancı olduğu zamanlar biz de Almanya’da yaşayan kendisini hayal meyal hatırladığım Mustafa amcanın 3 katlı evinin 2.katını tutmuştuk. Zaten o dönem benim tanıdığım 2 alman vardı. Biri Klinsmann biri de Mustafa amcaydı. Çocukları olmadığından çıkın evimden benim oğlanı evlendiriyorum da diyemeyeceğinden o zamanlar gayet cazip gelmişti buraya kiraya çıkmak.
Erhan çok küçüktü o zaman okula gitmiyordu. Ben Mustafa Kemal Paşa İlkokuluna yazılmıştım. Okula başlamadan önce babamlarla gezerken hep yoldaki tabelaları okumaya çalışırdım ya da dükkân isimlerini. O yüzden okumayı bilerek gittim okula her gün. Bu iyi bir şeydi çünkü okumayı öğrenmeye çalışan bir sürü çocuk arasından sıyrılabiliyordum. Hatta Şükran öğretmen bunu fark edip beni bir kaç çocuğa okuma öğretmem için görevlendirmişti.
Yine birilerine okuma öğretiyorum diye kendimle gurum gurum gurur duyduğum günlerden birinde teneffüsteydik. Sınıf içerisindeki o inanılmaz karizmam teneffüse çıkıp herkesin bildiği bir şeyleri yapmaya gelince sönüp kalıyordu. Sessiz sakin, içine kaçan bir çocuk oluyordum. Birden onu gördüm. Sapsarı saçları o zamanın Hayat Ağacı Sam gibi parıl parıl ağzıma yüzüme çarpıyordu. Masmavi gözleri daha yeni meşhur olmuş Hülya Avşar gibi üstüme üstüme geliyordu.
Gitgide ısınmaya başlayan vücudumun kontrolünün benden çıktığını titreyen dizlerim ve o bana yaklaştıkça nereye koyacağımı bilemediğim ellerimden anlamıştım. Şu an hababam sınıfında sobada Mahmut Hoca’ya yakalanan Güdük Necmi’den bir farkım yoktu.” Merhaba “ dedi. Bu sözü daha önce birçok kişiden duymuştum ama bu kadar güzel söylenenini hiç duymamıştım. Sanki muzlu bisküvili puding gibi içime seratonin basıyordu her harfi tek tek. Bu bir soru cümlesi değildi ama cevap gerektiriyordu.
O an yapılabilecek en salak şeyi yaparak arkamı döndüm. Sanki arkamda birine söylüyormuş gibi, onu ciddiye almıyormuş gibi. Hâlbuki nasıl almıyordum. Vücut ısım o kadar artmıştı ki bazı bölgelerim buharlaşmaya başlamıştı. “Ben Figen” dedi. Artık çarem yoktu, hakem diğer oyuncuları kenara itmiş beni çağırıyordu. Geriye döndüm ve göz göze geldik. “Arif İlker Güneş” diyebildim, nüfus kağıdı gibi . Eğer o zamanlar olsaydı , o an ki heyecanla TC Kimlik Numaramı falan da verebilirdim. “Sen okuma biliyormuşsun bana da öğretir misin” dedi. Ben Aykut’tum , o Oğuz Çetin’di. Bana al da at şeklinde bir pas atmıştı. “Tabi ki” dedim. Sesimdeki titreme yerini kükremeye bırakmıştı. Artık kontrol bendeydi. Tenefüs zilinin çalması ile birlikte sınıfa girdik. Figen , Şükran öğretmenle konuştuktan sonra yanıma oturdu. O günden sonra da okumayı öğrenene kadar kalkmadı. Birlikte çok eğleniyorduk. Ben ne yapsam ne desem gülüyordu. Her ne kadar kıskansam da Cin Ali'nin tüm serisi ile onu tanıştırdım.
Okul çok eğlenceliydi ama tabi ki her güzel şeyin bir sonu olacaktı. İlkokulda okumayı çözmek kadar önemli bir konu daha vardır.
“Hastalıklar”
Geçirilmedik ne kadar saçma hastalık varsa 50 kişilik sınıftan birisi mutlaka yakalanır ve daha sonra sorumsuz bir veli sebebiyeti ile o hastalığa sınıfın yarısından fazlası yakalanırdı. Bunun içine uyuz, çiçek, kızamık ve ben deniz bahtsız bedevinin yakalandığı kaba kulak da dahildi. Ertesi gün okumayı ilk öğrenen çocuklar okul müdürü tarafından tebrik edilerek öğretmenleri tarafından ödüllendirilecekti. Ben de aylardır elimde tuttuğum şampiyonluk kupasını artık kaldırma zamanının geldiğini anlayınca hafiften bir göğüs kabarmaları başladı .
Sonra bu kabarmalar kulağımın arkasına geldi . Sonra bende bir ateş, bir halsizlik. Baktım bu gururdan dolayı değil. Ağrıyor her tarafım ama erkeklikten ödün de vermiyorum. Bu ıkınmalarımı gören Şükran öğretmen geldi tabi yanıma oğlum neyin var diye. Yok bir şey öğretmenim dedim güç bela. Zaten yarın okuma töreni var, oscar’ı benim almam lazım, diğer filmler imdb’de 6 puanın altında kalmış. Ben hakettim onu. Şükran öğretmen dinler mi , elini alnıma koydu , “aa ateşin var senin “ dedi ve çıktı. On beş dakika sonra annemler girdi kapıdan, doğru hastaneye. Kabakulak olmuşum. Ben biliyorum , o Yusuf’un bok yemesi. İkinci sıradaydı o , benden sonra öğrenmişti okumayı. Bir şekilde bulaştırmıştı bana bu boku. Bir hafta rapor verdiler . Yattım.
Ertesi hafta okula gittim. Herkesin önlüğünde kırmızı, pembe, mavi kurdeleler, yepyeni parlak kalem kutuları, kalemler. Küçük Emrah’ın “ben yetim, ben yetim , ben yetim vayy” şarkısı arka planda sınıfa girdim. Ulan sınıfın en az yüzde otuzuna ben öğretmiştim okumayı, bir Allah’ın kulu gelip de ya ilker sen de öğretmenimizin yükünü aldın Allah senden razı olsun, KPSS’de seçmelerde öncelik tanıyacağız falan dememişti. O sinirle kendimi yiye yiye geçirdim ilk dersi. Yusuf’un ve Murat’ın hin bakışları da cabası.
Teneffüs zili çalınca attım kendimi dışarı. Baktım çocuklar uzun atlama yarışı yapıyorlar. Ben de girdim aralarına. Kendimi iyi hissetmem için bir şeyler başarmam lazım tekrar. Çekilin dedim ben de atlayacağım. Baktım Figen’de bakıyor. Nadya Komanaçi gibi esnedim, bir atladım. “Allah” Atlayıştan sonra önümde açılan pencerede niçin çantasında devamlı Ace taşıdığını bilemediğim Ayşe teyze belirdi. “Ben demiştim annene Ace’yle yıkasın diye” dedi ve kayboldu. Yere düştüğüme mi yanayım yoksa neredeyse boydan boya yırtılan pantolonuma mı diye düşünürken asıl neye üzülmem gerektiğini hemen anladım kulağıma gelen kahkalardan. Sınıfın bütün kızları Copacabana gibi insana huzur veren manzarayı görmüş ve aralarında kahkaha atmaya başlamışlardı. Figen’de gülüyordu. Herkes gülebilirdi ama Figen gülemezdi. Koşarak sınıfa gittim ve son ders bitip herkes dağılana kadar ayrılmadım sıradan. Benim için okul o gün bitmişti. İngiltere’den 8 tane gol yemiş kaleci Yaşar’dan farksızdım. Hademe Rıza Amca’nın “hadi yavrum sınıfı temizleyeceukhhh” demesi de son darbe olmuştu. Maç bitmişti ama ben hala gol yiyordum.
Comentários