Dokuz yaşında dükkana ilk adımı attıktan sonra artık her yaz, her tatil ya da bulunan her boşlukta kendimi ya toz alırken ya çay söylerken ya da müşterinin aldığı malları poşetlerken buluyordum. Bu heyecan, hareket içten içe beni etkisi altına almaya başlamıştı.
On ikinci yaşımın yazında yine dükkana teslim olmaya geldiğim bir sabah dedem "hadi" dedi "gidiyoruz." Dayımın dükkanının hemen karşısındaydı dedemin dükkanı. Normalde tek dükkan başladığımız işe bir dükkan devrini üstümüze almamız ile iki dükkanla devam ediyorduk. Dedem hadi deyince akan sular dururdu. Hemen görev bilinciyle kalktım tabi, dükkandan çıktık, hemen sola döndük. Yılların ayakkabı tamircisi Fora'nın önünden geçtik, çocukluğumda tüm şekerlerimi ve çikolatalarımı aldığım Kadın Bakkal'ı da geçerek dedemle yan yana camiye doğru yöneldik. Sabah saat dokuz olduğu için bu saat bir namaz vakti değildi. Dedem acaba kılmadığımız kaza namazlarını mı eda ettirecek derken caminin asıl kapısından değil soldaki Kur'an kursunun kapısından içeri girdik. Aha başıma bir şey geliyor derken ayakkabılarımızı kapıda çıkardık ve merdivenlerden yukarı çıkarak sağdaki daireye girdik. Mahmut Hoca dedemi karşıladı. Hocam, İlker sana emanet artık dedi. Mahmut Hoca ailemizin hoca figürüydü. Annemle babamın imam nikahını da o kıymıştı. Cennete en yakın tanıdığımızdı. Tabi dedi ve aldı beni diğer çocukların yanına. İşte ben o gün cüz kitabını elime aldım. Artık hafta içi her gün sabahtan öğlene kadar Kur'an kursuna gidiyor sonrasında öğlen vakti dükkana gidip işlerime devam ediyordum. Günler böyle geçiyordu. Hatta Kur'an kursundaki çocuklarla arada ikinci dersleri ekip maç etmeye okulun bahçesine falan gidiyorduk ki tadından yenmezdi. Bir gün kurs dönüşü yerde küçük bir asma kilit buldum. Aldım elime, oynaya oynaya dükkana gidiyorum. Açmaya çalışıyorum, anahtarı olmadığı için açılmıyor, zorluyorum falan ama bir yere varamıyorum. Dükkana geldim, baktım yoğunluk var, neresinden tutsam işin diye bakıyorum. Attım tabi kilidi rafın altına, alırım sonra diye. Müşteri geliyor, artık "buyur abi" diye karşılıyorum. Bu önemli bir sınıf atlamadır. Çay söylemenin bir sonraki adımıdır. Yine bir misyonun yoktu ama misyonsuz da değilsindir. Gerçi müşterilerin boyuna denk gelmediğim için ben ne zaman "buyur abi" desem yavrum buranın yetkilisi yok mu der gibi bakıyorlardı yüzüme. Bakmayanlar da istediği parçayı soruyor ben de dedeme Şota'nın tercümanı gibi tekrar edip var mı diyorum.
"Kartal SLX distribütör kapağı var mı?"
"Dede, Kartal SLX distribütör kapağı var mı?"
Eğer varsa, malı dedem verir, parayı alır, ben malı poşete koyarım ve müşteriyi yolcu ederim. Aslında bütün alış veriş sürecinin başından sonuna vardım, müşteri yolcuğu benimle başlayıp benimle bitiyordu. Müşteri deneyiminin en önemli halkasıydım.
Ben bunları düşünürken dedem geç de arka tarafı bir toparla ilker dedi. Geçtim dükkanın arkasına, yıllardır kimsenin görmediği paçalıkları, paspasları, amortisörleri temizliyorum, Allah'ım şuradan bir fare çıksa şimdi ne yaparım diyorum. En son dikiz aynalarının tozunu alırken bir baktım çok ekşimsi bir koku geliyor burnuma. Dedim kesin bir şey öldü bu elimdeki dikiz aynası da onun mezarı. Sonra baktım koku oradan gelmiyor, döndüm en diplere baktım acaba eski kiracıyı mı unuttular falan diye, o da değil. Kokuyu takip ettikçe dükkanın arkasından çıkıp önüne kadar geldim. Sonra bir baktım teyzemin elinde bir koca sirke şişesi. Dedem dükkanı fırçalıyor, teyzem sirke döküyor. Dedim ki herhalde ben şu an bir ayinin içindeyim. Beni bahaneyle arkaya aldılar artık ben de onlardan biri olacağım. Yatacağım yatak ve bıçağı arıyorum ki bir an önce akıtayım kanı ve oto sanayinin vazgeçilmez bir parçası olayım. Sonra koku beni iyice kendime getirince dedim ki "ne yapıyorsunuz"
Teyzem dedi ki "büyü var dükkanda", ondan işler kötü.
Benim küçüklüğüm tamamen bunların içinde geçti aslında. Mantık dışı tüm sebeplere fazlasıyla önem verilen bir ortamda büyüdüm. Dua ile destek istemekte tabi ki haklıydılar ama onun dışında inanılan şeyler ve alınan aksiyonlar tarafında hala ikna olamamıştım.
Teyzeme dönüp o soruyu sordum. "nasıl anladın?"
Elini cebine attı ve "kapalı asma kilit buldum, işleri kilitlemişler" dedi.
Elindeki kilide baktım, bu kilit benim geçen gün yolda bulduğum ve gelip dükkana koyduğum kilitti. İşleri ben mi kilitlemiştim? Büyücü müydüm ben? Aile içindeki hain miydim? Hemen çıktım bu saçma düşüncelerden, "teyze onu ben yolda buldum ya bunun için mi yıkıyorsunuz dükkanı sirkeyle" dedim.
İnanmadı. Ya da inanmak işine gelmedi. "Sen karışma" dedi. Yıkadılar dükkanı.
O günden sonra her pazartesi sabahı sirkeyle yıkandı dükkan. Hatta bunu gören yandaki esnaflar da sirkeyle yıkamaya başladılar dükkanı. Önce köpürtüyorlar sonra da ellerindeki sirkeyi boşaltıp tekrar fırçalıyorlar ve çek pasla da işlemi sonra erdiriyorlardı. Her şey sistematik bir şekilde birbiriyle uyumluydu. Tüm Sefaköy esnafı benim asmalı kilit sayesinde büyülenmişti. Sirke artık dükkanda toz bezi ve cam silin hemen yanında duruyordu. Bu yıkama işlemi bittikten sonra esnaf kendini psikolojik olarak çok rahatlamış hissediyor, böreğini, poğaçasını mutlaka bu işlemler tamamlandıktan sonra yiyordu.
Benim de işime geldi bu. Hiç itiraz etmedim. Bir çok sabah da ben yıkadım dükkanı sirkeyle. Artık onlardan biriydim. Daha büyük mutluluk olamazdı. İtiraz etmek yerine inanmak çok daha faydalıymış kafa rahatlığı için.
Her yaz yolculuğum Elif'ten başladı, sirkeli suyla devam etti, tam Kur'an'a geçip okumaya başladığımda da okulların başlamasıyla sona erdi.
Comentários