-Eğer siz de ailecek onaylarsanız 2.sınıfı hiç okumadan bir üst sınıfa geçmesini talep edeceğim müdür beyden.
-Biz bunu bir düşünelim o zaman.
Bu sözleri duyduğum yer okulun bahçesiydi ve benim annemle babama benim öğretmenim tarafından söyleniyordu. Her ne kadar yirmi beş yıl sonra bunları hatırlayacak olsamda, o an oynadığım dokuz taş daha eğlenceli geliyordu bana. Sonra babam ve annem Şükran öğretmene teşekkür edip gittiler. İlkokul böyle bir yer aslında. Sanki annen ve baban her an gelebilirler ya da oradalar gibi. Okulumuzun adı MustafaKemal Paşa İlkokulu’ydu. Açık mavi boyalı , kocaman bahçeli. Teneffüs bitince içeri girdim. Sınıf kapısında bir iki küçük haylazlık daha yaptıktan sonra Figen’e sert bir bakış attım, tam yerime oturacaktım ki baktım Timuçin benim yerimde oturuyor. Benim yerim sınıfa girince camın ve kaloriferin aynı anda yanına denk gelen tek yerdi. Ben özellikle ayarlamamıştım ama sonrasında da kendimi baya şanslı hissetmiştim. Tabi bu durum diğerlerinin dikkatini çekmişti. Neden bilmiyorum Timuçin de gidip benim yerime oturmayı tercih etmişti o gün. Sıra öğrencinin namusuydu. Zaten kısa bir süre önce yaşadığım pantolon meselesinde kredi puanım düşmüştü, bunun tekrar olmasına izin veremezdim. Yanına gidip “kalksana oğlum” dedim. “O da kalkmıyorum ne var” dedi. Sonrası aynen Looney Toones çizgi filmlerinde Tom ve hiç adını bilmediğimiz ve fark etmeden Jerry’nin yararına işler yapan o köpeğin birbirine girdiği sahnenin tıpatıp aynısıydı.
Çocukluğun da verdiği cesaretle ikimizde birbirimizin üzerine atlamış ve tozu dumana katmaya başlamıştık. Sıralar , çantalar, defterler yerlerdeydi, kızlar bağrışıyordu. Figen de öylece izliyordu bu durumu herkes gibi. Ben onunla sohbetimi kesmiş hatta çoktan sınıftaki Nurtaç’la göz flörtlerine başlamıştım ama yine de onun da benden etkilenebilme ihtimali güzeldi. Ben bunları düşünürken Timuçin bir hamleyle beni altına aldı, sonra yerde yuvarlanmaya başladık . Artık kendimizi aşmıştık , gerçek bir Amerikan güreşi sahnesi izletiyorduk sınıftakilere. Sıraların üzerinde boğuşuyor, yerlere atlıyor, kara tahtaya çarpıyor, düşüyor kalkıyor yine birbirimize saldırıyorduk.
Ne Timuçin’in ne de benim pes etmeye niyetimiz yoktu. Ta ki o ses duyulana kadar.. Hani Call of Duty oynarken el bombasını yanlışlıkla yakınına atarsın da bir an bütün sesler kesilir, sadece inceden bir çınlama duyulur, etrafındakiler hareket eder ama hiçbir şey anlayamazsın ya. İşte Şükran Öğretmen “İlkeeeeeerrr, Timuçiiiiinnnnn” diye bağırınca kestik elektriği. İşin ilginci biz yerde o hızda yuvarlanırken bizi anında teşhis etmiş olmasıydı. Gerçekten CSI Newyork’ta iyi işi yapabilirdi. Sonra nasıl olduğunu bilmeden kulağımın Şükran Öğretmenin elleri arasına süzülüşünü izledim. Hakkı var tokat atmadı ama mengene kıvamındaki elleri kulağımda ciddi bir hücre kaybına yol açmıştı.
“Dışarı çıkın çabuk, derse falan girmek yok, burada insanlara bir şeyler öğretmeye çalışıyoruz biz, insan olana kadar girmeyin içeri” dedi.
Zaten o söylemeden çıkmıştık. Şükran öğretmen daha söylemeden oluyordu her şey, itaat buydu. Karşılıksız ne derse yapıyorduk. Öl dese ölürdük o an. Hasan Sabbah ‘ın askerleri gibiydik. Okulun bahçesine çıktık. İlk gri önlüğü biz giymiştik bu kavga sayesinde. Masmavi önlüklerimiz kavga sırasında yerdeki tozdan griye dönmüştü. Bahçede dolaşmaya başladık. Okul bahçesi koskoca beton bir alandı ve tüm öğrenciler derste olduğu için sadece bizimdi. Sol tarafta eternitler altında gölgelik bir alan vardı. Çok güneş olsaydı oraya giderdik. Ama güneş yoktu, bizde tüm bahçeyi dolaşmaya başladık o pis, tozlu halimizle. Kirlenmek güzeldir sözünü birisi gelsin de anneme anlatsın akşam diye düşündüm içimden. Şükran öğretmen bizi birlikte dışarı atınca kader kardeşi olmuştuk Timuçin'le. Sanki az önce birbirinin gözünü oymaya çalışanlar biz değildik gibi dolaşıyorduk, sohbet ediyorduk. Çocukluk buydu işte. Sonra benim çişim geldi, okulun içine de giremiyoruz, hem korkuyoruz hem de gurur yaptık. Sonuçta iki erkek çocuğuyuz. Çektim Timuçin’i, dedim “gel bahçenin arka tarafında kömürlük var oraya gidelim” . Dolaştık arkaya. Kömürlük açık bir yerdi ama zula da da bir yer olduğundan ben çocukluğun da cesaretiyle gerekli hazırlıkları yapıp işemeye koyuldum tabi. Hem suç işlemenin verdiği haz hem de işemenin verdiği haz birleşince bir rahatlama aldı beni. Derken işin en civcivli yerinde tam ense köküme öyle bir darbe aldım ki anlatamam. Bugün düşünüyorum yine anlatamıyorum o darbeyi . Bu darbe hiç Timuçin’in vurdukları gibi değildi. Bana vuran kişi arkamdan bir samuray gibi sessizce yaklaşmış ve işi hızlı ve acısız şekilde orada bitirmek istemişti. Bruce Lee’ydi belki de. Bruce Lee’nin yumruk atma hızının bilmeyen yoktu. Hatta mahallede birçok çocuk onun filmlerini izledikten sonra yakındaki karate salonlarına yazılıp ertesi gün okulda sağa sola saçma tekmeler savuruyorlardı.
O kısacık sürede her şeyi düşünüyordum. Gerçekten arkamdaki o olsa ne yapardım. Kömürlere işediğimi görmesi hiç hoş olmazdı. O an arkamı mı döneyim yoksa donu paçayı mı toparlayayım bilemiyordum. Öncelik sıralamam, akıl mantık duruşum bitmiş, sistem failure hatasını ve mavi ekranı ağzıma yüzüme vermişti. “Okuyom ben abi” diye arkamı dönerken bir anda bıyıklarını fark ettiğim zat bana tanıdık gelmişti. Sonunda gençliğin verdiği hızla fermuarımı çekip dönünce bir de ne göreyim.
-“Baba”
-“Baba ya”
Babam Judocuydu. Altın madalyaları vardı evde ama bir Bruce Lee değildi. Judo bir savunma sanatı değil miydi? Sanırım değildi.
Beni nasıl bulmuştu, kömürlüğü nerden biliyordu, kafamda deli sorularla fark etmeden okulun içine doğru yürüyordum. Timuçin’de o kadar korkmuştu ki benim tam yanımda benimle birlikte yürüyordu. Kaçamamıştı garip. Sonra sınıfa girdik. Zaten son dersti, babam şükran öğretmenle tekrar konuştu sonra da gitti. O gün eve gitmek benim için büyük sıkıntıydı. Evde ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Okuldan çıktık, Timuçin’in evi yolumun üzerindeymiş, onu evine bıraktım. Artık en yakın arkadaşım oydu. Kader arkadaşımdı benim. Ryu ile Ken gibiydik , kırmızı ile beyazdık, Hagi ve İlie’ydik, Şener Şen ile Kemal Sunal’dık. Sevmiştim Timuçin’i.
Eve geldim, babam yoktu. Bu konu üzerine babamla hiç konuşmadık bir daha. Ben mesajı almıştım, o da sanırım pişman olmuştu. Sonrasında bana tetris alınca zaten ben her şeyi unuttum. Uzun çubuğu nereye sokayım, L’yi ters çeviremiyorum derken geçip gitmişti hepsi. Ta ki taşınma haberimizi duyana kadar.
Evde bir sessizlik vardı, herkes az konuşuyordu ama belli ki bir mutsuzluk söz konusuydu. O gün dayımlar ve teyzemler geldiler. Babam Mavi Sofra’dan lahmacun söylemişti. Mavi Sofra Sefaköy’ün Kolcuoğlu’suydu, Nusret’iydi. Oradan lahmacun söylemek için önemli bir olay olması gerekirdi. Şimdiki gibi yemekler dışarda yenmiyordu o yıllarda. Lahmacunlar gelmişti, ben çok iştahlıydım ama bir taraftan da insanların boğazından geçmeyen lahmacunları görüyor ve neden acaba diyordum. Her ne kadar herkes duymuş olsa da babam bir de benim ağzımdan dinleyin edasıyla dikkatleri üzerine çekti ve gayet kısa ve net bir cümle kurdu;
“Antalya’ya taşınıyoruz”
Babam uçak teknisyeniydi ve gayet güzel bir teklif almıştı. Bir de tatil yöresi olan Antalya’da yaşayacak olma fikri ilk duyduklarında kulaklarına hoş gelmişti. Daha önce birlikte çalıştığı arkadaşlarından 2 tanesi zaten ondan önce gitmişlerdi Antalya’ya. Aslında kriz çok önceden sinyallerini vermişti ama biz hep ötelemiştik, ta ki başımıza gelene kadar. Sıkıntılı olan ise şuydu, biz birbirlerine çok bağlı bir aileydik. Dayım, teyzemler, yengem, ananem, dedem, torunlar bizler o kadar yakındık ki birbirimize, bu haber çok da iyi gelmedi hiçbirimize. Sanki şampiyonlar ligi kurasında Real Madrid’i çekmiştik. Herkes boğazında bir yumru ile mücadeleye başlamıştı o andan itibaren. Forvette kimi oynatırsak oynatalım golü yiyecektik.
3 gün içinde tüm eşyalarımız paketlendi, gazetelere sarıldı, kartonlara koyuldu. Annem devamlı ağlıyordu. Ailenin şüphesiz en duygusalı oydu. Ben 8 yaşındaki çocuk halimle birlikte olanları anlamlandırmaya çalışıyordum sadece. Teyzem yanıma geldi, “sana kaset doldurdum” dedi. Nermin teyzem ailenin en küçüğüydü. Benim için tezoş'du o. Bizim aramızda on yaş olsa da bütün çocukluğum onunla geçti, mesela ilk defa Bakırköy’e o götürmüştü beni. Bakırköy o zaman bir çocuğun gidebileceği en eğlenceli yerdi, Disneyland neydi ki. İlk hamburgerimi onunla yemiştim. İlk defa o götürmüştü beni Nokta Bilardo'ya. Yani birçok ilki onunla yaşamıştım ben. O yüzden o önemliydi benim için.
“Hangi şarkılar var” dedim heyecanla. Pop poptur jeyn , poptur rap, endıs jeymis stoppi dedi , anjey may hart dedi ya da ben öyle anladım ama o şarkılar benim için hep bu şekilde söylendi o günden sonra. Gözlerim yaşardı hafiften, hassiktir lan noluo dedim, baya baya ağlıyordum ben. Yalan Rüzgarı izlemiş ev hanımı gibiydim. Victor Newman’a bu yapılmazdı.,
Aşağı indim, kaldırıma oturdum. Ben kaldırım kenarına oturmayı çok severdim küçükken. Böyle her şey yaşanıp biterken uzaklaşmak gibi geliyor insana. Ümit sokak sanki bizim gitmemize inat güneşliydi. Sefaköy güneşliydi. Cıvıl cıvıldı. Kamyonun kasası kapandı. Şoför ön koltuğa oturdu. Sonra birden zaman durdu tekrar. İnsanlar durdu, araba geçmiyordu sokaktan, hava durdu, nefes alıp vermeler durdu. Babam kamyonun yanına geldi, bana baktı, sonra şoföre bir şeyler söyledi. Adam döndü ve kamyonun kasasını açtı tekrar ve ,hadi çocuklar indiriyoruz dedi yanındakilere.
Vazgeçmişlerdi. Babam dayanamamıştı annemin ağlamalarına. Mantığını değil yüreğinin sesini dinlemişti babam.
Dayım geldi koşarak, Mavi Sofra’dan lahmacunlar söylendi. Bir taraftan eşyalar geri yerleştiriliyor bir taraftan da ayran ile müthiş ikili oluşturan dünyanın en lezzetli lahmacununu yiyordu herkes. Üçüncü sınıfa geçmemiştim ama mutluydum. Antalya’nın sadece tatillerde gideceğimiz bir yer olması yeter de artardı.
댓글